yıldız tarihi 2015.08.19


Kediler Krallardan Korkabilir

Henüz ortaokul yıllarımda okumuştum Sartre'ın Sözcükler'ini. O yıllarda kitabı ne kadar anladığım bilinmez ama bir cümle bunca yıldır içimde döner durur; ''Ve ta derinlerde hiçbir şey kıpırdamıyordu; yüzeydeki beyhude kıpırdamalar, kaderimiz olan ölüm dinginliğini saklayamazdı.''
Cümlenin daha varoluşsal sıkıntıları ifade ettiği aşikar, lakin ben yetinmedim yeni anlamlar yükledim bir bir. 

''Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü, bir bunaltı cenazesi gibi kaldırdılar içimden'' diyordu Edip Cansever, ilk onu ekledim Sartre'ın sözlerine. Zamanla, kendime bunca yakın hissettiğim, bir yandan da bu yakınlıktan korktuğum birçok şiir, şair ve kişi eklendi. Çoğu zaman hastalıklı bir ruhum olduğunu düşünür, bu düşüncelerin sonuçlarına katlanamadığımdan elimden geldiğince görmezden gelir yine de bu boşluğu tasvir eden herkesi sımsıkı yanımda tutardım.

Edip Cansever ile olan münasebetim de işte bu noktaya dayanır.

''her şey o kadar dokunaklı ki
eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.''

Dizelerini okuduğumda üstümüzdeki boşluk kadar kocaman bir demet karanfil olacağımızı biliyordum, Ruhi Bey, Yakup ve Ester'le kocaman bir demet. Kendimce ilişkimizi tanımlayan dizeyi de yine Edip Cansever'in mısralarında buldum: ''ben ölüme iyice yakın, o yaşamaktan uzak, öyle bir gök içinde durmuş gibiyiz.'' Şimdilerde de ne vakit boğulsam, kendimi Edip Cansever okurken bulurum. Bir nevi ruhun arındırılması.

Her ne kadar bu boşluğun tek ve gerçek Mesih'i Edip Cansever olsa da (Selimciğim Işık'a selam olsun) birkaç isimden daha bahsetmeyi gerekli buluyorum.

Mesihlerden bahsetmişken vaftiz babalardan da söz açılabilir elbet. Enis Batur'un da Ağırlaştırılmış Sebepler Divanı ile ciddi katkıları olmuştur bu müesseseye:

''sizinkisi şüphesiz zarif, incelikli seçim.
bana ulaşmak istemişsiniz, yolunuza pek
çok engel çıkmış: pek çok engel için inanın
pek çok emek harcadım ben: ulaşıldığımda
karşılaştığım kaba mesafesizlikler kendimden
soğuttu beni: yıllar önce çekildiğim bu evin
kapısını, uzak durulsun, kilit üstüne kilit
kapattım. dönme dolaplar dönsün, dursun -
kurduğum hiçbir cümlenin, yazdığım hiçbir
satırın benden beklentisi kalmamıştır artık,
onları döndürecek ve donduracak mekanizmayı
ben yapmadım sonuçta: zaman hem aynası
kendinin, hem aynısı, tıpkısı, tekrarı -
onu nasıl olsa ben kurmadım''

Kaba mesafesizliklerden bahsederken Gülten Akın'a da bir selam gönderelim ''Ah, kimselerin vakti yok, Durup ince şeyleri anlamaya''. Bu blogun yazılmasına da kaynak olan dizelerdir aynı zamanda, kalın fırçalardan kırılıp dökülmenin yanı sıra.

Turgut Uyar ise ''tamamda da noksanda da, papatya gibi yalnızdı, kuşyemi gibi yalnızdı.'' diyerek kendine yer edinmiştir.

Albert Camus'nün Yabancı'sı ise özdeşleştiğim ilk karakter oldu. Hemen arkasından Aylak Adam'ın Bay C.'si ve Kürk Mantolu Madonna'nın Raif Efendi'si gelip katıldı. Üstelik Raif Efendi'nin ezberlediğim cümleleri de vardı. ''...eğleniyorlardı. Yaşıyorlardı. Ve ben kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil altında bulunduğumu anlıyordum. Şimdiye kadar zannettiğim gibi kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demek olduğunu anlıyordum. Bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı.
Ben neydim?
Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu?'' Gerçekten de kitleden ayrılmanın bir hususiyet olmadığını fark ettiğim yıllarda okumuştum bu cümleleri. Sonrası Enis Batur'un deyimiyle ''suskunun gelip içimi dışımı kaplaması''. Bu yüzdendir kendi cümlelerimi kurmayı bıraktım.

Dostoyevski'nin Yeraltından Notları'nın anlatıcısı ise daha ilk cümleleriyle; ''Hasta biriyim ben... Huysuz adamın tekiyim. Çirkinim. Sanırım karaciğerim hasta.'' bu boşluğa bütün bütün yerleşeceğini bildirmişti.

Sonra uzunca bir süre kimseyi kabul etmedik boşluğumuza (değil mi Olric?). Cemal Süreya yahut Gregor Samsa gibi teğet geçenler olmadı değil, ancak takdir edersiniz ki muhitimiz pek de dost canlısı sayılmaz.

Yıllar sonra, yazının muhtelif yerlerinden de anlaşılacağı üzere, Selim Işık tüm ağırlığıyla gelip oldukça büyük bir yer kapladı. "İnsan, iki gün falan böyle hissetse kendini, Dostoyevski'yi kıskandıracak eserler yazar. Değil mi Selim?" demişti Turgutçuğum Özben, kuşkusuz o da katkılarını esirgemedi. Yine de Selim'i kendi sözleriyle dinlemekte yarar görüyorum:

''...Tunç devri 
Aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
Hep utandı hayatı boyunca, 
(Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü. 
Canı sıkıldı güldü, kalbi incindi güldü.'' 

Bahsetmesi en zor isimlerden benim için Selim Işık, gerek kapladığı yerin derinliğinden gerekse fazlasıyla özel olduğunu düşündüğümden. Yine de onsuz oldukça eksik kalırdı bu yazı.

İşin tuhaf tarafı şimdi bu kadar rahatlıkla bahsettiğim tüm bu isimleri düşündüğümde oldukça içe dönük daha doğrusu vahşi bir hale bürünürüm. Söz gelimi Tutunamayanlar'ı okuduğum süreç boyunca kitabı elimden bıraktığım zaman kimseyle konuşmak istemem, düşmanca bir tavır takınırım. Beni bunca yazmaya iten ise bir akşamüstü gelen ağlama isteği oldu.

''Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde''